‘Utanç’ı paylaşırdık biz

[ A+ ] /[ A- ]

Silva Özyerli – Evrensel – 19 Ocak 2014

İnsan hayatının büyük çoğunluğu, çocukluğunda saklıdır, derler. Çocukluk; sanal olmayan, dört duvarla sınırlanmayan, hayatın, sokağın içinden geçen çocukluğumuz. Mahallenin Arnavut taşlı sokaklarında geçen, komşu çocukları ile bir arada büyüdüğümüz, hayatı keşfederek öğrendiğimiz; komşunun erik ağacına tırmanırken yakalanıp kovalandığımız, oyun oynarken düşüp dizlerimizi yaraladığımızda ağlaya ağlaya “ana”mıza koştuğumuz günlerin çocukluğu… Kanayan diz yarasının en büyük acı olduğunu düşündüğümüz günler… Çocukluk işte!
Diz yarası acısıyla ağlaya ağlaya koşar iken adını bağırdığımız “ana”mız; Anadolu’nun bereketi dağıtması gibi sevgiyi dağıtan, şefkat dağıtan, evlat ayırmayan, sarıp sarmalak, bağrına basmak üzere kollarını her daim açık tutan “ana”, anamız…
İnsanoğlu yaşamın hengamesi içinde yoğrulurken, hayatın nasıl da çabuk geçtiğinin farkına varamaz! Hayat, kırklı yaşlarda bir mola verdirir insana, yavaşlatır ve durdurur. Artık şöyle bir geriye dönüp bakma zamanıdır hayatın. Geriye, hayata adım atmaya başlandığı günlere, yani çocukluğa…
Çocukluğum, çocukluğumuz yani “biz”.
Anadolu’nun muhtelif şehirlerinde çocuklar, dilini, dinini ve kültürünü öğrenmesi uğruna, kara trenin arkasından el sallamanın ardından, göz pınarlarından dökülen iki damla ılık yaş.
Soğuk ve uzun bir tren, siyah solmuş deri koltuklu kompartımanlar… Vita tenekesine kızarmış patates ve köfte ile birlikte hapsolunmuş yüzlerce çocuk ve son durak Haydarpaşa.
Haydarpaşa’dan yeni evin, evimizin yolları…
Hrant’ın ölümünden sonra, medya deyimi ile söyleyecek olursam yetimhane!…
Büyük, soğuk ve kasvetli bir mekânı çağrıştırdığından olsa gerek “yetimhane” kelimesi çok üşütür beni, titrerim her duyduğumda nedense.
Uzak diyarlardan savrulan ve aynı mekânda buluşan biz çocuklar, farklı kültür ve aile eğitiminden geldiğimizi bilmeden, yüzlerce çocukla birlikte aynı çatı altında kardeşliği buluştuğumuz günler… Farklı ama eşit bir anlayışla “biz”in içini çocuk emeği ile ilmek ilmek doldurduğumuz günler… Kuş cıvıltıları gibi çocuk seslerinin hiç eksik olmadığı ev, evimiz, cennetimiz.
Ben, Diyarbakır’dan savrulanlar kervanındandım. Beni, Ankara Keçiören’de yüzyılın başında bütün ailesini kaybetmiş, yaşadığı acıların kapanmayan yaralarını çocukların cıvıltısı ile tedavi etmeyi seçmiş, hayatını çocuklara adamış bir kadının İsguhi Hetumyan’nın namı diğer morakuyrun yani teyzenin yanına gönderdiler. Sevgili Rakel’in de bulunduğu eve. Buram buram Anadolu kokan, kavruk, çorak ve mağrur Rakel… Ürkek bir çift göz Rakel… Anamız, bacımız, ablamız gibi başımızı yıkayan, saçlarımızı tarayan, sevgi timsali Rakel.
Her karşılaştığımda “Sen çok küçük bir çocuktun!” diyen Rakel…
Kış olunca, kara önlüğün üstüne özenle kolalanmış yakalıklarla okulumuza koşardık. Çocuk sesinin tizliği içinde avazımızın doruk noktasından haykırırdık “Ne mutlu Türk’üm diyene” diye biten andımızı, her sabah. Hatta Türkçe öğretmenimizin “Oku adam ol, baban gibi eşek olma!” cezasını tam üç sayfa yazmışlığımız da vardır bizim. Dedim ya naifliği, temizliği henüz kaybetmemiştik. Çocuktuk işte.
Yaz gelince nefes almak, denize girmek için Tuzla Kampının yolunu tutardık, hep birlikte.
Sabah jimnastiği ardından mıntıka temizliği, derken deniz, öğle yemeği, öğlen uykusu, ikindi atıştırmalığı ve işte sonunda en mutlu olduğumuz anlar, serbest oyun zamanımız. Benim şimdilerde Belçika’da yaşayan Silopi’li Dzağig arkadaşımla 5 taş oynadığım anlar… Her tatile gittiğimde, sahilden 5 tane taş toplarım hâlâ. Olur ya bir gün Dzağig ile karşılaşırsam bıraktığımız yerden devam edelim diye. Küçük, soğuk bir taş parçasının insanı birbirine bağlayan sıcaklığını yaşarım, her taşı topladığımda. Çocukluk işte.
Siz, tanımadığınız çocuklarla kardeş olma duygusunu yaşadınız mı hiç? Siz, kardeşler takımı kurup, ağzınızla kaşıkta yumurta taşıdınız mı hiç? Siz, kardeşliğin gücü ile kazanmanın keyfini yaşadınız mı hiç? Siz, kardeşçe el ele tutuşmamın sıcaklığını, hissettiniz mi hiç? Siz kardeşinizin kalbine dokunmanın iyileştiren, sağaltan tarafına tanık oldunuz mu hiç? Biz olduk. Çocuktuk işte.
Biz çok kardeşli büyük bir aile idik demiştim, öyle birbirini kıskanan paylaşmayan kardeşlerden değildik hani, her şeyi paylaşırdık. Benden büyük bir ablamız vardı, adı bende saklı. Bu ablamızın altını ıslatma sorunu da vardı. Gecenin sessizliğinde uyandırdı beni: “Silva uyan, ben yine altıma işedim! Sen küçüksün, hadi kalk pijamaları değişelim.” dediği an pijamalarımızı değiştirirdik. Ben çişli pijamayı giyer, ıslak pijamalarla uyumaya çalışırdım!. Çocuktum işte.
Paylaşırdık dedim ya, “Utanc”ı da paylaşırdık biz!
Bazı yazlar ailelerimizle hasret giderelim diye memlekete gönderilirdik. Memlekete gider gitmez kapımız, yüzyılın başında kaybettikleri akrabalarını arayan insanların ellerinde getirdiği Ermenice mektuplarla dolar, taşardı. Çocuktuk üzülürdük. Okuma bilmedikleri için büyüklerimizi yargılardık. Oysa ki, birkaç kuşak önce herkesin anadilde konuşup yazdığını, hatta bazılarının İngilizce ve Fransızca dahi bildiğini nerden bilebilirdik. Çocuktuk işte.
Bazen, sonbaharda sararan yaprakların tutunduğu dallardan ayrılmaya başlaması gibi, bizden, okuldan mezun olup ayrılanlar olurdu. Yıllar birbirini hızla kovalıyordu o yıllarda nedense. Derken ben de mezun oldum. Okula aile büyüğüm çağırıldı ve “Bu kız çok başarılı, izin verin İsviçre’de okutalım.” dendi. Büyüğümün, “ Hayır, güzeldir gönderemeyiz!” cevabını verdiğinde hıçkırıklarla ağladığımı hatırlarım hâlâ. Ölüm yolculuğuna çıkarılan büyüklerimizin güzelliklerini çamur ve toprakla kirletip, gizlediklerini, güzelliğin bu toprakta başa bela bir şey olduğunu nerden bilebilirdim. Çocuktum işte.
Ve günlerden bir gün, 1980 yılının kasırgası bizim eve de uğradı! Rap, rap, rap ayak sesleri… Küçücük çocukların önünde “Burada militan yetiştiriliyor!” diyerek kapatıldı okulumuz ve kampımız. Militan ne demek, militan ne iş yapar ki? Militan kim? Hrant mı? Rakel mi? Ben mi? Bilmiyoruz.
O gün ilk kez itilerek kirlendik! Ve o gün aniden büyüdük işte
Oysa son nefesimizle haykırmıştık “Ne mutlu Türk’üm diyene” diye…
Biz; “bir”iz biliyorduk, öyle öğrenmiştik, “biz”in içinde “bir”dik biz.
Çocukluk yıllarında edindiği sevgi dolu yüreğini eline alarak sahneye çıktı Hrant. İnsanlık için, insanlığa yapışan kiri, kirletilmişliği temizlemeye çalıştı, büyük bir yürekle. O yürek ki yerden yere taşındı. Bazen dilde, bazen sözde, bazen de hayallerde. .
Ama o hiç kimsenin göremediği yerdeki yüreğini gösterdi bize. Delik yüreğini!
Koştuk biz ağlayarak…
Dizi kanayan, yaralı çocuklar gibi koştuk…
“Ana”mızın kollarına koşar gibi koştuk… .
Babamız karşıladı bizi…
Kollarını göstermeyen babamız…
“DEVLET BABAMIZ”